9 Nisan 2013 Salı

ATSIZ’I AHMET ZEKİ VELİDİ TOGAN’LA ANLAMAK













Yazan: Fahrettin ÖZTOPRAK

a)                Sultan Galiyev
Birinin doğum ve ölüm tarihleri yazılmış, arasına bir çizgi çekilmiştir: 1882-1940. Bu verilen tarihler arasındaki çizgi bir çok bilim adamını düşündürür. Oysa o kişi III. Dünya İhtilali’nin babası sıfatına layık görülen Sultan Galiyev’dir. Aradaki çizgi ise, Türk-Tatar Milli tarihinin en belirgin bir yansıma biçimidir. XIX. Yüzyıl’ın son çeyreğinde bir uyanış hareketini de yansıtır bu çizgi. Sovyetlerin kuruluş yıllarına kadar varır, uzanır. O bir çevrenin gücüdür. Siyasi hayatı böylece başlamıştır. Onun bıraktığı kuram ve siyaset mi­rası hala günümüzde bile tartışılır. Türkiye’de olduğu kadar Rusya’da, Tatar ve Başkurt entelektüelleri arasında onun saygın bir yeri vardır, unutulmaz.
Sultan Galiyev, Türk-Tatar ülkücüsü ve hareket adamıdır. Bolşevik ihtilalinden bir ay sonra, Bolşevik Partisi’ne katılmıştır. 1917 yılının Kasım ayında başlayan onun faal siyasi hayatı, çizginin gelişen safhasına girer. Çok sürmez. 1923 yılında bitmeye başlar. Çünkü ihtilal içinde yer alan ve görüşlerini benimsemiş bulunan kimseler birer birer tasfiye e­dilmektedir. Takipçileri sindirilmektedir. Otuzlu yıllara Sultan Galiyev bir onulmaz acıyla girer.
Stalin devri başlamıştır. Bu bir tarihi toplantı sonucu gerçekleşmiştir. Yerli ve elit-entelektüel tasfiyeyi tetikleyen de Rus Komünist Partisi Merkez Komitesi’nin Cumhuriyet ve Ulusal Bölge Sorumlu Emekçileri 4. Toplantısı’dır. Aslında bu toplantının öncesi, daha öncesi de vardır. Yapılan son toplantıdır.[1]
Kazbek, Doğu beni korkutuyor, orada insanlık uzun bir süredir uykuda, tam dokuz asır­dır, dedi. Gerçekten de öyle. Batı uyanmış, uzak doğu uyanmış, ama doğu uyuyor. Ashab-ı Kehf bile 300 yıl uyumuş. Bu nasıl uykudur, bilinmez. Oysa ona bir ışık doğdu. Bu ışık Sultan Galiyev’di. Peşinen belirtelim. O, bir Komünist. O, bir Üm­metçi. O, bir Turancı. O, bir Öğretmen. O bir Eylem adamı. İşte Sultan Galiyev budur. Bü­tün bu görüşleri fikirlerinde toplayan, ekletizm anlayışını temel bir yaklaşım olarak be­nimseyen bir siyasetçi, bir sosyolog, bir kuramcı ve bir lider. Attila İlhan’a göre, o Avrasya coğrafyasında dolaşan bir ruh.
Peki, Sultan Galiyev kim? Bolşevik Devrimi’nin en ileri gelenlerinden Lenin, Troçki ve Stalin’le aynı konumda bulunan bir lider. O öyle bir sosyalist ki, Batı proletaryasını sayık­layan ve bu özlem içerisinde bulunan zamane sosyalistlerinden çok farklı biri. Onların devrim yapma karakterinden çok uzak bulunduklarını haykıran kişilik. Bunun farkına ile­riyi, çok ileriyi görmüşçesine dile getiren gerçekçi ve o kadar da özgün bir sosyalist. Çağ­daşı birkaç kişi gibi, aynı düşünce çizgisinde buluşan ve “mazlum milletlerin dayanışması­nı” ön plana çıkaran adam, vizyoner. Devrimin ve insanlık aleminin geleceğini Doğu halklarının belirleyeceğini söyleyen ve emperyalizme karşı sömürgeler enternasyonaliz­mini harekete geçirmek isteyen düşünür. Böyle olmadığı takdirde günün birinde Bolşevik devrimin tıkanacağını çok önceden gören bir kahin.
Galiyev, ezilen milletlerden yana. Onların özerkliğini isteyen ve düşleyen biri. Bu yol­dan toplumların bağımsızlarını koruyacağına inanan kişi. Emperyalizme karşı topyekun birleşmeyi vurgulayan şahsiyet. Ancak bu şekilde sosyalizmin doğu halklarının bünyesin­de gerçekleşeceğine inanmış düşünür. O, doğal kaynakları emperyalistlerin talanına kaptır­mayalım diyor. Bunu derken yüz yıl sonrasını görüyor ve konuşuyor. Batı emekçileri dev­rime zorlanmalıdır diyor, buna mecburlar diyor, haykırıyor. Onun gözünde buram buram Türk dünyası vardı. Bu dünyanın doğal kaynakları vardı. O kaynaklar ki, dünyanın % 65’ini teşkil ediyor. Bu kaynaklarda dili bir, kültürü bir, tarihi bir, coğrafyası bir Türk dünyası duruyor. İşte o, Türk dünyasının devrimlerin beşiği olduğunu da biliyor. Stratejik önemi­nin de çok iyi farkında.[2]
Ne diyor o:
“Aldatıldınız, çok kötü aldatıldınız! ‘Milliyet’ ve ‘din’den bahsederek, sizi kendi iktidar­ları altına almak istiyorlar. .. Bütün bunların arkasındaysa yabancı banker ve kapitalistler, İngiltere, Fransa, Japonya ve Amerika’nın kapitalistleri var, ama sizden bu gerçeği gizli­yorlar. Sizin ‘liderlerinizin’ dünya kapitalizminin elindeki kuklalar olduğu gerçeği­ni gizliyorlar. Gerçeğe kulak verin!”[3]
O bu sözleri derken yıllar sonrasını, 40 yıl sonrasını, 60 yıl sonrasını, hatta günümüzü görerek söylemiştir. Bir insanın bu kadar ileri görüşe sahip olacağı düşünülemez. Ancak doğrudur. O Lenin zamanında bile, çok ilerileri, hatta Komünizmin Batıya bağımlı olduğunu, gün gelip Batı'nın emriyle yıkılacağını ve Rusya İmparatorluğu'nun yeniden kurulacağını da görmüştür. 
Mir Sultan Galiyev, Çarlık Rusyasında, bir Türk-Tatar kenti Ufa’da dünyaya geldi.[4] Bölgeye İsterlita­mak, mevkie Kırımsakal derlerdi. Başkurt Türkleri de vardı orada. Herkes gibi o da bir ço­cukluk devresi geçirdi. Ceditçiydi ama, körü körüne değil. 1905 yılında Birinci Bolşevik a­yaklanması başlamıştı. Rusya Türkleri bundan faydalandılar. Bir araya gelmeye başladılar. İlkini o yıl, ikincisini 1906 başlarında, üçüncüsünü yaz sonuna doğru kongreler yaptılar. Onlar kongrelerinde önemli kararlar almışlardı. Rusların Türk düşmanlığına ve Müslüman karşıtlığına karşı koyacaktılar. Ayrıca birlik ortamını daha iyi sağlamak için teşkilatlana­caktılar.[5] Böylece Turan Teşkilatlarını kurdular. Bu teşkilat kısa zamanda Tataristan, Başkurdistan, Kırım ve Dağıstan’da şubeler açmaya başladı. Teşkilatın lideri Sultan Gali­ev’di. O Birinci Dünya Savaşı başlarken Azerbaycan’a gidip öğretmenlik yapmaya başla­mıştı. O buraya kendi isteğiyle gelmişti. Bir takım düşünceleri ve planları vardı. Kapatılan Himmet Partisi lideri Mehmet Emin Resulzade’yle, 1911 yılında kurulan Müsavat Partisi lideri ve elemanlarıyla tanıştı. Her biriyle sıkı münasebet kurdu. Çok konuşup tartıştı­lar.[6] Tebriz Türklerinin milli kahramanı Settar Han hakkında bilgi aldı. Onun nasıl katle­dildiğini öğrendi. Nadir Şah hakkında da bilgiler edindi. Hatta Sultan Galiyev Turan Teşki­latlarının bir şubesini Bakü’de, bir şubesini de Gence de açtı. Bolşevikler nedeniyle çok sıkıntılı günler yaşayan Çarlık, bu teşkilatların açılmasını hoş karşılamıştı. Nasıl olsa bir gün onları Bolşeviklere karşı kullanacağını hesap ediyordu. Çünkü milliyetçiydiler, dinciy­diler. Bolşevikler bu düşünceye sahip değillerdi. Sultan Galiyev Bakü’de ve Gence’de ko­nuşmalar yaptı.
Rusya’da, 1917 yılında Bolşevik rüzgarı yeniden esmeye başladı. Bu rüzgar öncekine göre şiddetliydi. Sultan Galiyev ve ona bağlı olanlar Bolşeviklerin yanında yer aldılar.[7] Turan Teşkilatları oldukça güçlüydü. Çok adamları vardı. Bolşeviklerle birlikte Çarlık ordularına karşı çarpışmaya başladılar. Vladimir Lenin, Sultan Galiyev sayesinde büyük bir güç edindi, yıldızı parlamaya başladı. Çarlık ne olduğunu anlayamamıştı.
Sultan Galiyev;
-“Yüreğimin üzerinde büyük bir ağırlıkla yüklenen milletimin sevgisi yüzünden Bolşeviz­me geldim” dedi. Onun açıklaması buydu.
Anlaşılan Sultan Galiyev kötünün iyisinde karar kılmıştı. Çünkü arada kalırlarsa yok o­lup giderlerdi.[8] Çarlık muhakkak onları Bolşeviklere karşı sürecek, kırdırmaya çalışacak­tı. Ayrıca Lenin’le de anlaşma yapmıştı. Tataristan ve Başkurdistan’da Türk Turan Devle­ti’nin kurulması sözünü de vermişti. Sultan Galiyev, Komünist Partisi’nin kongresinde bu­na değindi. Söz verdiniz, tutunuz dedi. 23 Mart 1918’de Sovyet Sosyalist Tatar-Başkurt Cumhuriyeti kuruldu.[9]
Sultan Galiyev, Türk isimi başa getirmeyi çok istemişti ama, buna Rus Komünistleri şiddetle karşı çıkmıştılar. Yine de Tatar Başkurt birlikteliğini sağlamakla başarılıydı. Türk ismine ise, ileride düşünürüz, Türkologlarımız bir araştırma yapsın, bekleyelim demiştiler. Sultan Galiyev, Türk ismini koydurmakta kararlıydı. Düşünmeye başladı. Vardı, “ben Türk Komünist Partisi”ni kurdum dedi. Lenin, bilhassa Stalin telaşlandı. Ne yapacaklarını bile­mediler. Bir süre düşündüler. Sultan Galiyev onları kendi silahlarıyla teslim almış gibiydi. İyi yapmışsın diyeceklerdi ki, Stalin, “Türk Komünist Partisi bırak, onu lağvet, bunun yeri­ne Müslüman Komünist Partisi kuralım” dedi. Lenin anlamıştı. Yüzünde bir gülümseme belirdi. Sultan Galiyev bunu fark etti. “Ben dinimi sizden daha iyi bilirim. Bana Müslü­manlığı öğretmeye kalkmayın. Bu sizin aleyhinize olur. Din sizi baltalar. Siz bunun far­kında değilsiniz” dedi. Stalin, “o zaman Müslüman Komünist Partisi’ni Komünist Partisi’ne bağlarım, Rusya Komünist Partisi Müslüman Teşkilatları Merkez Bürosu haline getirir, o büronun başına ben geçerim, sorun çıkmaz” dedi.[10] Stalin’in görüşünü toplantıda bu­lunanlar kabul etti. Ancak Stalin, o günden itibaren siyaset yumağından örmeye başladı. “Sultan Galiyev Türk Komünist Partisi’nden vazgeçip Müslüman Komünist Partisini kur­mak istiyor” dediler. Tepki ilk önce Başkurtlardan geldi. Sultan Galiyev’e karşı hoşnutsuz­lar dile getirilmeye başlandı. Turancılar ne olduğunu anlayamamıştılar. Stalin gerçek yü­zünün ne olduğunu göstermeye başlamıştı. Onun gayesi Türkleri bağımsızlıktan yoksun bırakmaktı. Sultan Galiyev, Stalin’in iki yüzlü şeytani zekasından ürkmüştü. 1920 yılında Doğu Üniversitesi Rektörlüğüne tayin edildi. Ama burada pek fazla kalamazdı.[11] Turan Teşkilatlarının ona ihtiyacı vardı. Yoksa Stalin her birinin cılkını çıkarırdı. Zaten Ruslar al­dıkları karardan da vazgeçmişler Tatar-Başkurt Cumhuriyeti’ni bir anda unutup, Tataris­tan Muhtar Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti kurma fikrinde birleşmiştiler.[12] Sultan Galiyev daha fazla kalamazdı. Urallara geldi ve Başkurtların lideri Zeki Velidi’yle irtibat kurdu. “Bir an önce hazırlanmalıyız. Sen 40 bin Tatar askerini hazır et, ben 90 bin Tatar askerinin ba­şına geçeyim. Nasıl olsa yeteri kadar silahımız ve cephanemiz var. Ayaklanalım. Yoksa so­numuz felaket” dedi.
KGB belgelerine göre yazdığını söyleyen Renad Muhammedi “Sırat Köprüsü” adlı ki­tabında işin içindeki çarpıklığı fark etmemiş, herhalde aynen almış, yahut da değiştirmiş. 90 bin Tatar, 40 bin Başkurt silahlı asker ve ayaklanma girişimi doğru ama, ya gerisi… Çünkü Renad Muhammedi’yi doğrulayan bir kaynak yok, O kitabında Zeki Velidi’nin Sul­tan Galiyev’i ihbar ettiğini yazıyor, bu nedenle ayaklanmanın gerçekleşmediğini yazıyor. Hayır, böyle bir şey olmamış. Çünkü o günlerde Zeki Velidi’yle Lenin birbirlerine düşman gibi. Aralarında müthiş bir tartışma çıkmış. Zeki Velidi, askerlerini ayaklandırmak için git­tiğinde, o sırada tutuklanıyor ve hapse atılıyor. Herhalde KGB Türkleri birbirine düşürmek ve Türklerin birbirlerine itimadını kaybettirmek için ihbarcıyı Sultan Galiyev olarak yaz­mış. Zeki Velidi’yi ihbar eden bir başkası, onun adını yazmamış. Anlaşılan Sultan Galiyev’i yem olarak ortaya atmışlar. Zeki Velidi Togan, hapse atılmasını, Sultan Galiyev’in kendi­sini kurtarmasını, sonra Türkistan’a doğru yola çıkmasını hatıralarından yazar.
b)                Enver Paşa:
Enver Paşa’nın ailesi Manastırlıdır. Babası Sürre Emini Ahmet Bey, annesi Ayşe Ha­nım’dır. Hakkında Gagavuz olduğu söylenir ama, ancak bunun belgesi yoktur, söyleyen de Şevket Süreyya Aydemir’dir. Manastır’da Karaköprü’de oturmaktalardı. Nuri Paşa o­nun kardeşidir. Mediha ve Hasene adlı iki kız kardeşi vardır.
Enver Paşa, Manastır Askeri Rüştiyesi’ni 1893’te bitirir. Aynı yıl Selanik’e göçerler. An­cak Enver Paşa, Manastır Askeri İdadisi’ne yazılır. Burayı bitirdikten sonra Harbiye’ye girer. İlk siyasi olayı, amcası Halil Paşa’yla birlikte alınıp, Yıldız Sarayı’na götürülmeleri, burada sorgulanmalarıdır. Ancak serbest bırakılırlar.
Enver Paşa, Harbiye’yi birincilikle bitirir, 1902 yılında Yüzbaşı olur. Erkan-ı Harptendir. III. Ordu’ya, Manastır’a tayin edilir. Sekiz ay staj görür. Bu arada o, Bulgar çeteleri ta­kibine katılır. Pek çok çeteyi yakalar veya yok eder. 1903 yılında Koçana 20 Piyade A­layı’nın I. Bölüğüne, bir ay sonra da 19. Piyade Alayı’nın I. Tabur I. Bölüğü’nün başına ge­tirilir. 1904 yılında Üsküp 16. Süvari Alayı’na tayini çıkar. Manastır Askeriyesi Müfettişi o­lur. 7 Mart 1905’te Kolağası, 13 Eylül 1906’da Binbaşı olur. Selanik’te gizlice faaliyette bulunan Hürriyet Cemiyeti’ne üye olur. Manastır’a dönünce cemiyetin burada bir şube­sini açar.[13] Enver Paşa, Mustafa Kemal’in kurduğu Hürriyet Cemiyeti’ne Bursalı Tahir Be­y’in vasıtasıyla kabul edilmiştir. Paris’te bulunan Nazmi Bey’in Selanik’e gelmesiyle 1907’­de cemiyetin adını İttihat ve Terakki Cemiyeti koyarlar. Makedonya’da ihtilal kıvılcımı alevlenmeye başlamış, Resneli Niyazi adamlarıyla birlikte dağa çıkmıştır. Tikveş’te cemi­yete katılımlar sağlar. Kolağası Mustafa Kemal buraya gelince onunla oturup, İhtilal için ne yapacaklarını, nasıl hareket edeceklerini ve nasıl başaracaklarını konuşurlar. 5 Tem­muz 1908’de sokaklara beyanname asarak anayasanın teşkilini ve hürriyet rejiminin ku­rulmasını İttihat ve Terakki Cemiyeti adına isterler. Ancak saray buna kayıtsız kalır. Bunun üzerine 23 Temmuz 1908’de meşrutiyet ilan olunur. II. Abdülhamit, Meclis-i Mebusan’ı yeniden açılmasını kabul etmiştir. Selanik’te bunu kutlarlar.
Enver Paşa, 23 Ağustos 1908’te Rumeli Vilayeti Müfettişliğine tayin edilir. 5 Mart 1909’da Berlin Askeri Ataşesi olarak vazifelendirilir. Ancak o Almanya’ya hareket etme­den önce 31 Mart Vakası patlak vermiş, Harekat ordusu İstanbul üzerine yürümüş, çok geçmeden isyan bastırılmıştır. Enver Paşa bu olaydan sonra Almanya’ya hareket eder. 11 Mayıs 1911’de İstanbul’a döner.
İtalyanlar gözlerini Kuzey Afrika’ya dikmişler, Bingazi’yi hedef olarak seçmişlerdir. 28 Eylül 1911’de Osmanlı İmparatorluğu’na ültimatom verip Trablusgarp ve Bingazi’yi is­terler. 29 Eylül 1911’de savaş başlar. Enver Paşa, yanında arkadaşlarıyla birlikte Bingazi’­ye gelir. 23 Ekim 1911’de İtalyanlara karşı başarılı saldırılar düzenlerler. 24 Ocak 1912’de Enver Paşa, Bingazi Kumandanlığına getirilir. O bu göreve ilaveten 17 Mart 1912’de Bin­gazi Mutasarrıfı, 10 Haziran 1912’de Kaymakam olur. İtalyanlar durdurulmuştur. Ancak o sırada Balkan Savaşları patlak vermiştir. Osmanlı İmparatorluğu İtalyanlarla barış yapar. Enver Paşa bunun üzerine Bingazi’den ayrılır. Trablusgarp İtalya’ya terk edilmiştir.
28 Ekim 1912’de Osmanlılarla Balkan devletleri arasında görüşmeler başlar. 3 Aralık 1912’de Ateşkes Antlaşması imzalanır. Edirne Bulgarların kuşatması altındadır, oraya as­keri yardım gönderilemez. Barış Antlaşması Londra’da yapılacaktır. Bu nedenle beklerler. 17 Aralık 1912’da Londra konferansı başlar. Bu sırada Enver Paşa, Bingazi’den İstanbul’a gelir. 10. Kolordu Kurmay Başkanlığına getirilir. 10 Ocak 1913’te Nasım Paşa’yla görüşür. Harbiye Nazırının ve Sadrazam Kamil Paşa’nın istifaya zorlanmasına karar verirler. Ancak Mehmet Reşat, Kamil Paşa’yı görevden almak istemez. Bunun üzerine Babıali Baskını ger­çekleşir. Baskın Enver Paşa’nın akıl almaz cesareti sayesinden başarılır. Babıali baskının­dan sonra Enver Paşa efsaneleşir. 3 Şubat 1913’te Balkan Savaşları yeniden baş­lar. Bu II. Balkan Savaşı’dır. 30 Mayıs 1913’te hükümet, Londra Barış Antlaşması’nı imza­lar. Os­manlı bu antlaşmayla Balkanlardan ayağını çekmiştir. Balkan Devletleri Rumeli’de kalan Osmanlı mirasını paylaşmak için birbirilerine düşerler. Bunun üzerine Edirne yeni­den sınırlarımıza dahil edilir. 22 Temmuz 1913’te Edirne’ye giren ordunun başında bütün haş­metiyle Enver Paşa vardır. Onun ünü bu olayla daha çok artar. Artık o dört dörtlük bir kahramandır.
İttihat ve Terakki’nin lideri Dahiliye Nazırı Talat Paşa’dır ama, o nedense Enver Pa­şa’nın son başarılarından dolayı ondan kuşku duymaya başlamıştır. Çünkü Enver Paşa durdurulamaz bir halde yükselmektedir. Bu da onların rahatını kaçırmıştır. Sırf Talat Paşa değil, hükümet erkanı da aynı endişeyi taşımaktadır. Enver Paşa ordu üzerinde yenilik ve değişiklikler yapılmasını istiyordu. Genç İttihatçılar Enver Paşa’nın Harbiye Nazırı olma­sından yanaydılar. Çünkü köklü değişiklik başka türlü olmazdı. Talat Paşa, Enver Paşa’nın bir az daha beklemesini istemektedir. Tam bunlar konuşulurken Enver Paşa sert adımlar­la Sadrazam’ın kapısını tıklatmadan bir hışımla içeri girer;
-Siz ne derseniz deyin, benim umurumda değil. Ordunun yeniden düzeni gerek. Islahı için hiçbir şey yaptığınız yok. Bu gidişle yapmayacaksınız da. İyi bilin ki, şu andan itibaren Harbiye Nazırı karşınızda duruyor, ister kabul edin, ister etmeyin, der.
Sait Halim Paşa;
-Şimdilik Genelkurmay başkanı ol, der. Enver Paşa onun teklifini kabul etmez. Bunun üzerine Enver Paşa 18 Aralık 1913’te Miralay yapılır, 5 Ocak 1914’te de Mirliva, yani Tuğgeneral olur ve Harbiye Nazırı yapılır.
Enver Paşa, işine sıkı sıkıya yapışır. Bir İrade-i Seniye’yle binden fazla yaşlı subay e­mekli edilir. Ordunun önemli mevkilerine genç subaylar getirilir. Hakkı Paşa zamanında İngilizlerden, Fransızlardan ve Almanlardan oluşan birer heyet getirilmiş, donanmanın, jandarmanın ve kara kuvvetlerinin ıslahı için çalışmalar başlatılmıştı. Ama bu bir denge unsuruydu. Alman hayati başında bulunan Limon Von Sanders, 1. Ordu kumandanlığına atanır. İngiltere, Fransa ve Rusya bu atamaya karşı çıkarlar. Enver Paşa askerlerin kep­lerini değiştirir. Enveriye adı verilen askeri başlıklar kullanılmaya başlanır. O, Arap harf­lerinin bitişik değil, ayrı şekilde yazma usulüyle bir harf inkılabını da gerçekleştirir. Bu okunma bakımından kolaylık sağlamaktadır. Alfabe sitemine de Enveri adı verilir. O, Al­manların Yıldırım Harekatı adı verilen hızlı kara hakimiyeti stratejisini benimsemişti. Bu­nun eğitimini yaptırmaya başlar. Talat Paşa’yı Almanlarla ittifaka razı eder.[14]
1914 yılında başlayan Birinci Dünya Savaşı 1918 yılında sona erer. Enver Paşa’nın niyeti Berlin’e gitmek değildir. Karadeniz kıyalarına varır, birkaç arkadaşıyla birlikte bir takaya biner, Amcası Halil Paşa’nın ve kardeşi Nuri Paşa kontrolünde, Dağıstan’da ve Ba­kü’de bulunan ordu birliklerine ulaşmak için yola çıkarlar. Ancak yolda taka kayalıklara bindirir ve batar.[15] Karaya çıkarlar. Bakü’ye giren Nuri Paşa’nın ve Kafkasya’yla birlikte Dağıstan’ı ele geçiren Halil Paşa’nın ordularının İstanbul’un emriyle çekildiklerini haber alır. Geç kalmıştır. Almanya’ya geçer. Burada İttihat ve Terakkicileri toplar. Hapiste bulu­nan Bolşevik liderlerinden Karl Radek’i ziyaret eder. Onu hapisten çıkarır ve Moskova’ya gönderir. Çok geçmeden ondan Moskova’ya davet mektubunu alır. Ağustos 1920’de Moskova’ya varır.[16] Onun Berlin’den uçakla ayrılışı 23 Şubat 1920’dir.
Enver Paşa, Moskova’da Rektörlüğü bırakıp gelen Sultan Galiyev’le görüşme fırsatı bu­lur. Bazı İttihatçı ve Turancı kimselerle de tanışır. Fikirleri ve düşünceleri uyuşmaktadır. Bir iki gün içinde sıkı fıkı dost olurlar. Neler yapacaklarını kararlaştırırlar. Enver Paşa, Moskova’da buluştuğu fikir ve dava arkadaşlarının tavsiyesiyle Bakü’ye gelir. Çalışmalar yapar. Bakü’deki Müslümanlar Kongresi’ne katılır. Mustafa Suphi’yle tanışır. Yeniden Moskova’ya gider. Çiçerin ve Lenin’le görüşür. Bakü’den gelirken birkaç kilo altın getir­miştir. 16 Temmuz 1921’de Mustafa Kemal’e uzun bir mektup yazar. Der ki:
-                     Muhterem Paşam,
...Sizin ‘İttihat ve Terakki manevrası başladı’ diye ‘Üzerimize yükleniyorlar’ buyur­manız ve sonra da ‘Bolşeviklerle münasebette bulundunuz’ demenizden sonra Halil’in memleketten çıkmasından ısrar edildiğini, ...Küçük Talat Bey’in tevkif etti­rilerek yine çıkarılmış olduğunu, Nuri’nin de Erzurum’da kalebent edildiğini öğ­rendim. Her şeyi size açık bildirdiğim halde akraba ve arkadaşlarımın bu muame­leye maruz kalmalarını doğru bulmuyorum. Dolayısıyla, size bir defa daha vaziyeti izah etmeyi muvafık buldum:
Ben, Kırım’da kalıp Kafkasya’ya geçmeye savaştım. Birçok tehlikelere rağmen mu­vaffak olamadım. ...Bir sene zarfında iki defa tutularak beş ay hapis olmak ve altı defa tayyareden düşmek suretiyle nihayet Moskova’ya geldim. ...Zannedilenin aksine, bizlere Bolşeviklik teklif edilmedi.
Maddi yardıma gelince: Ne verirlerse alınması prensibinin takip edilmesinin uy­gun olacağı, böylece Anadolu’nun ‘Rusya yardımımıza geliyor’ diye manevi kuvve­tinin artacağını ve Avrupa’nın ‘Anadolu, Bolşeviklerle anlaştı’ diye bizi daha kuv­vetli göreceğini düşünerek bildiğiniz ilk maddi anlaşmayı yapmaya çalıştım. Fakat hiçbir vakit resmen Anadolu adına hareket etmedim.
Bakü’ye geldiğimde, değil yalnız Türkiye’de, fakat bütün İslam memleketlerinde derhal aksi tesir göreceğinden ve bunun da İngilizlerin işine yarayacağından emin olduğum için Türkiye’de ve Şark’ta komünizm taraftarı olmadığımı kongrede açık­ça söyledim.
...Ankara delegeleri, Ruslardan 200 bin tüfek vesaire istediler. ...Rusların bunu veremeyeceğini ve işin sürüncemede kalacağını fark ettim, ne verirlerse kabul e­deceğimizi söyledim ve işi yapılabilir hale getirmeye çalıştım. Bu suretle bir miktar altın parayla 15 bin tüfek vesairenin alınması sağlandı.
...Anadolu’nun kazandığı başarının şerefini üzerime almayı hiçbir zaman düşün­medim. Anadolu hükümeti namına resmen bir işe girişmediğim halde, Moskova’­ya geldiğimiz zaman Anadolu heyeti üyelerinin her önüne gelen Rus’a ‘Enver Pa­şa’nın ve arkadaşlarının bizimle münasebeti yoktur’ demelerinin sebebini de anla­yamadım.”[17]

c)                 Zeki Velidi Anlatıyor:
1919 yılında, Başkurdistan’da Şark Sosyalist Partisi’ni kurma çalışmalarını başlatmıştık. Tatar Türklerinden İlyas Alkin ve 12 arkadaşı bununla ilgileniyorlardı. Müslüman Komü­nistler pek tutunmamıştılar. Bu nedenle Özbek ve Kazak Türklerinden Nizamhocayev, Turar Ruskulov ve Ahmet Baytursun gibi isimler bizimle irtibata geçmek istediler. 14 kişiyi Türkistan’da faaliyet göstermesi için gönderdik. Bunlar orada Ceditçilerle irtibata geçe­cektiler. O sırada Mustafa Kemal’den bana bir telgraf geldi. Bu telgrafta o, kardeşlik his­lerini dile getirmişti.[18]
Lenin pek anlaşılır biri değildi. Bir takım hesaplar peşindeydi. Müstemleke memleket­lerini özgürlüklerine kavuşturmaktan çok, değişik bir biçimde yine bu ülkeleri Avrupa­lılara peşkeş çekmek gibi bir düşüncesi vardı. Onun bunu nasıl ifade edeceğini bilmedi­ğini, işin içine İngiliz, Fransız ve Belçika metropol amelelerini sokarak, meseleyi kimsenin anlayamayacağı karmaşık bir hale getirdiğini anlıyorduk. Oysa sözleri ezilen toplumların kurtuluşu değil, devamıydı. Doğu yine sömürülecek, elde edilen kazançlar yine Avrupa gidecekti. Durumu kavradık. Onun yolu yol değildi. Lenin, Şarklı işçiye asla itimat etmi­yordu. Bunu söylediğine bizzat şahit olduk. O zaman arkadaşlarla konuşup Lenin’den kopmaya karar verdik.[19] Bu nedenle Türkistan’a gidip orada mücadeleye başlayacaktık. Pek çok yere haber gönderdik. 1921 yılı başlarında Buhara’da toplanacaktık. İlkin Astra­han’a, sonra Bakü’ye, oradan Batı Kazakistan’a geçme planı yaptık. Yanımda Kazak Türk­lerinden Ahmet Baytursun ve bazı kişiler vardı.[20] 5-6 Temmuz 1920’de Bakü’ye geldik. Hadi Atlasi ve Abdullah Battal’la görüştük. Mustafa Suphi’nin evinde kaldık. Rus gizli teş­kilat polisleri bizi Kazakistan’da arayacağından, Bakü’yü akıllarının ucuna bile getirmez­lerdi. Bu nedenle rahattık.[21] Arkadaşlarımdan Abdülkadir İnan, Harezm’e, oradan Ferga­ne’ye sonra Semerkant’a gelecekti. Ondan mektup almıştım.[22] 1-5 Eylül 1920’de Bakü’­de Şark Milletleri Kongresi toplanacaktı. Tabi ki ben Bakü’de olacaktım ama, Rusların dikkatini çekeceğimden kongreye katılamazdım. Kongre’ye Cemal Paşa, Halil Paşa katı­lacaktılar.[23] Bu kararı 1919 yılı Mayıs sonlarında, Türkiye ricalinden Cemal Paşa, Halil Paşa, Hacı Sami ve daha birçok İttihat ve Terakkici subaylarla almıştık. Kongreyi düzen­leyen Enver Paşa’ydı.[24]
Kongrat, Hive Hanlığına bağlıydı.[25] Buraya 1920 yılı Ekim ayı sonlarında geldik. Hür­metullah İdilbayoğlu bizi bekliyordu. Şehrin valisi Özbek Türklerinde Bababek’i ziyaret ettik. Ona Han Cüneyt’i göreceğimizi söyledik. Bababek, Han Cüneyt’in Gürgenç’te oldu­ğunu ifade etti. Bize ona verilmek üzere bir mektup yazıp verdi. Haris Yumakoğlu burada bizden izin isteyip ayrıldı.Cimbay’a vardım. Burası Rus idaresinde bir yerdi, Hive’ye bağlı değildi. Haceyli kasabasından da geçip Eski Ürgenç’e geldim. Buraya eskiden Gurganç derlermiş. Arapçası Curaniye demekmiş. Ancak Han Cüneyt yerinde değildi. Onun bu­lunduğu yeri öğrenip, oraya yöneldim. İki Türkmen beyi beni ağırladı. Oturduk, Bakü Kongresi’nden konuştuk, meğerse Han Cüneyt’in de bu kongreden haberi varmış. Bir temsilci gönderecekmiş ama, olmamış. Türkmen beylerinden birinin adı Niyazi Bakşi’ydi. Bütün sıkıntımız silah ve cephane, elimizde yeterince yok; Fergane ve diğer yerlerdeki Basmacılarla temastayız, dedi. Ben onlara gizli seyahat ettiğimi, sakın bundan kimsenin haberi olmamasını söyledim. Tamam dediler.
Ürgenç’e döndüm. HanCüneyt’in oğlunu gördüm. “Babam Afganistan’a geçmişti. Herat yakınında, Teymene’de vefat etmiş diye bir haber aldık. Ama ölü müdür, sağ mıdır bilmiyoruz” dedi. Orada bir az kaldım. Yanıma muhafız verdiler. Eski Ürgenç’e döndüm. Burada da yanıma bir kılavuz alıp Hoceyli yoluyla Nüküs’e vardım. Geceyi bir köylünün evinde geçirdim. Kılavuzu yolladım. Başka bir kılavuz tuttum. Köcagöl’e vardım. İkinci gü­nü Beypazar denilen yere vardım, orada gece kaldım. Kılavuzsuz Harezm’in eski başkent­lerinden Kat şehri harabelerinin bulunduğu Şeyh Abbas Veli’ye geldim. Burada iki gün kaldım. Bir kılavuz bulup Hive’ye hareket ettim. Amuderya’yı kayıkla geçtik. Öğleden son­ra Hive’ye geldik. Aşkabat’tan göndermiş olduğum ailemi aramaya başladım. Başkurdis­tan’dan kaçıp gelen subayımız Osman Terikuloğlu’nu Harezm hükümetinin Harbiye Nazırı yapmışlar. Molla Bekcan’la Sultan Murat’ı gördüm. Dostlarım benim geldiğime çok sevin­miştiler.
10 Kasım 1920’de Hükümet başkanı Pehlivan Niyaz Hoca’nın Han sarayındaki ziyafeti­ne katıldım. Meğer bu ziyafeti benim için düzenlemişler. Aralık ayı sonunda Buhara’da bulunmamı kararlaştırdık. Han Cüneyt’in muavini olan Türkmen beyine 10 tüfek ve yeteri miktarda mermi gönderdim. Hive’de Ruslara esir düşmüş Türkiyeli subayları gördüm, on­larla tanıştım. Rahatlardı. (Sibirya’ya nakledilirlerken Moskova’dayken bir belge düzenle­yerek Türkistan’a trenle sevk edilmelerine ben sebep olmuştum.) Niyaz Hoca onları Taş­kent’ten getirtmiş, Hive’de bir Harbiye Mektebi açmış, başlarına da Üsküdarlı Rıdvan Bey’le Hüseyin Bey’i getirmişti. Mektepte 100 kadar talebe vardı. Moskova yanlıları, bil­hassa Safanov tarafından aleyhlerinde propaganda yapılıyor, ancak Niyaz Hoca konuşu­lanların hiç birini önemsemiyordu. Ayrıca bu mektepte Özbek Mirşerepoğu ve Ferganeli Kırgızoğlu adında subaylar da eğitim veriyordular.
Refikam Hive’de öğretmenlik yapıyordu. O buraya geldiğinde Osman Terikuloğlu’nu bulmuş, Molla Bekcan da öğretmenlik tayinini yaptırmış. Üç aylık oğluma bakmak için bir Kazak kadın tutmuşlar.[26] 19 Aralık 1920’de Hive’den yola çıktım. Yanımda bir Türkmen kılavuzum vardı. Yedi günde Çorçu’ya geldik. Çölde, kumullarda giderken bir geyik görüp avladım. Onu parçalayıp böldük. İki budunu o aldı. İki budunu ben aldım. Akşama kadar yol aldık. Birden karşımızda bir Türkmen çadırı belirdi. Kılavuzum Mahmut,
- “Bu Çarva” dedi. “Dehkan değil, Basmacı çadırı.”
Ne olursa olsun, çadırın yanına varacaktık. Çadır girişinde, eğerli iki at, ellerinde silah iki Türkmen vardı. Ben onlara Han Cüneyt’in adamlarından olduğumuzu, onun kararga­hından geldiğimizi söyledim. Peki, öyleyse sırtındaki Rus üniforması nedir dediler. Ben, gizli seyahat ettiğimi, Ruslara rastlarsam dikkat çekmemek için bunu giydiğimi söyledim. Kılavuzum Türkmen de onlara bir şeyler söyledi. Neyse ki, bizi misafirliğe kabul ettiler. Genç olan dışarı çıkıp bir kabak getirdi. Biz de heybeden iki geyik budunu çıkardık. Bas­macılardan birinin adı Anaoğlu Murat’tı. Bu adam 8 ay sonra, 1921 yılının Ağustos’unda, Türkiye’den gelen Üsküdar şeyhi Şeyh Ata’yı ve onun yanındaki adamı Tasavuz’dan alıp Karakurum çölünde bulunan Han Cüneyt’in huzuruna götürecekti. Türkmen Mahmut’a yol verdim. Çarçuy’a başka bir kılavuzla gittim. Hive’den beri 10 gün geçmişti. Yeni kıla­vuza da yol verdim. Atımı sattım. Buhara’ya gitmek için trene binecektim. Ancak bilet a­lırken başımdan bir olay geçti. Neyse ki atlattım. İki gün daha geçmişti. Buhara’ya geldim. İstasyonda indim. Bir fayton tutup şehre Karşi Kapısı’ndan değil, Mezar Kapısı’ndan gir­dim. Mirza Abdülvahit’in evine gittim. Günlerden 31 Aralık’tı.[27] Afganistan’a kaçan, ora­dan buradaki adamlarını idare eden Buhara emirine karşı mücadele etmek için bir komite teşkil etmek gerekti. Türkistan Milli Birlik Hükümet Teşkilatı’nı çok geçmeden kurduk.[28] Osman (Kocaoğlu) ve Feyzullah Hoca’lar gibi Buhara münevverleri ve tacirlerinden gü­vendiğimiz kişilere hükümet içinde görevler verdik. Osman Kocaoğlu’nu komitenin başına getirmiştik. Mirza Abdülkadir ve Abdüllatif Arif de işbaşına getirilmişlerdi. Haşim Şaik’i Hariciye vekili yapmıştık. Maarif vekilliğine Kari Yoldaş’ı getirmiştik. Feyzullah Hoca’yla Mirza Abdülkadir pek geçinemiyordular.[29]
1921 yılı Haziran ayı sonunda Başta Başkurdistan olmak üzere, Kazakistan münevver­leri temsilcisi, Golca Japonları lideri ve Fergane Basmacı reisleri Buhara’ya bize destek için geldiler. Basmacı reisleri Şir Mehmet Bey, Ildırhan Mutin, Haris Iglikoğlu, Ramankul Korbaşı ve Mustafa Şakuloğlu’ydu. Kazak Alaş Orda Komitesi’ni ve Türkmen münevverle­rini de çağırmıştık. İbrahim İshakoğlu benim yaverimdi. Evhadi Işmurzin ve Miralay Hey­betullah da Buhara askeri teşkilatımızda görev aldılar. Karşi, Şehrisebz, Nurata, Guzar ve Kermin’de askeri teşkilatlar kurmuştuk. Her birine tayinleri Arif Kerimi yapıyordu. Bu de­ğerli insanımız, Buhara’da bulunan Türkiyeli esir subayları görevlendirmiş, onlar da Har­biye Mektebi kurmak için var güçleriyle çalışıyordular. Ali Rıza Bey de bir jandarma teş­kilatı kurmak için harekete geçmişti.[30]
1922 yılı şubat ayı içinde Türkmenlerden Avukat Kagacan, Kazaklardan Alaş Orda mü­messili Hayrettin Balgınbay başkanlığında Muhtar Avezoğlu ve Dinşe’den müteşekkil bir heyet bize katıldı. Buharalılarla Özbekler geçinemiyordular. Onları bir arada tutmak zor­du. Fırsat bulunca birbirlerine giriyordular. Buharalı, Özbek, Türkmen ve Kazak mümes­silleri Kargoş‘teki karargahımızda toplandık. Ruslar tarafından dağıtılmış Hive’deki milli hükümet azaları da Buhara’ya gelip bize katıldılar. Özbeklerin Ceditler ve Sosyalist Erk fırkalarıyla Kazakların Alaş Orda Fırkası’nı birleştirdik ve 7 maddeden oluşan Müşterek Platform Programı’nı kabul ettik. Bu yedi madde;
-                     İstiklal İlan edilecek,
-                     Demokratik Cumhuriyet rejimi kurulacak,
-                     Milli Ordu tesis edilecek,
-                     İktisadi idare, demiryolu inşası ve kanallar tesisi Türkistan İstiklal amacına uygun olacak,
-                     Maarif reformu yapılacak, bu asrın gereklerine uygun olacak, Batı medeniyetiyle Rusların dışında münasebet tesis edilecek,
-                     Milliyet meselesi ayrıştırıcı değil, birleştirici olacak, buna da uygun olan bir ad vereceğiz,
-                     Dinde hürriyet sağlanacak. Din işleriyle dünya, yani devlet işleri ayrı olacak. Bun­lar birbirinin işine karışmayacak.
Başkurt aydınlarından Seyit Kirey Magazoğlu bu platform program maddelerini man­zum olarak yazdı. Refikam, oğlumu alıp Buhara’ya geldi. Ama çok geçmeden sıtmadan oğlumu kaybedecektim.[31] İşi çok sıkı tutuyordum. Herkesle görüşmüyordum. Ruslar her an içimize casus sokabilirlerdi. Hatta Şair Çolpan’i bile kabul etmedim. O buna içerlemiş. “Ah şu şairlik olmasa, ben seni görür, konuşurdum” diye bir şiir yazıp gönderdi. Ben kabul ettim. Ona durumu izah ettim. Rusların her an tepemize çökebileceğini söyledim. Bir yer­de bir pot kırarsın, bu başımıza büyük bela açar dedim. O da anlayış gösterdi. 1923 yılına kadar, Türkistan’dan İran’a geçene kadar böyle çalıştım. Teşkilatım, askerlerim ve maiye­timden başka kimseyle irtibat kurmadım.[32]
d)                Enver Paşa Esir:
1921 yılının Eylül ve Ekim aylarında o zamanlar Moskova’da bulunan Enver Paşa, Tür­kiyeli subaylardan Ali Rıza Bey eliyle bana birkaç mektup ve mecmua göndermişti. İslam alemini Batı müttefiklerine karşı harekete geçirmek istiyordu. Buraya gelmek istediğini de dile getirmişti.[33]Ancak onun ne yapacağını bilemediğimizden canımız sıkılmaya baş­ladı. Mirza Abdülkadir ve Feyzullah Hoca kavgası alevlenmişti. Ruslar Feyzullah Hoca ta­rafını tutmaya başlamıştılar. Arifoğlu’yla bir konuşmasında onun, “Garnizonlarımızın ha­kiki kumandanı Zeki Velidi’dir” dediğini de duymuştum. İbrahim İshakoğlu rehberliğinde kurulan Askeri okullarımızın talebeleri, bizzat İbrahim’in kendisi, hatta Harbiye Nazırı Arif Basmacılar tarafındaydı. Mirza Abdülkadir’in yakın adamı Polis Müdürü Mirza Muhittin de, Feyzullah Hoca nedeniyle Basmacılar tarafına geçtiğini bana mektupla bildirdi. Hadiseler kendiliğinden gelişmeye başlamıştı.[34]
Enver Paşa, 20 Kasım 1921’de Buhara’daydı. Geldiğini haber almıştım. Üç sonra buluş­mamız gerektiğini ifade eden bir mektup geldi. O yerde değil, Afganistan Sefaretinde bu­laşalım diye haber gönderdim. Geldi. Yanında Muhittin Bey vardı. Onu şimdiye kadar görmemiştim. Sivil giyinmişti. Çok da saygılıydı. Emrivaki yapmıyordu. Söylediklerimi din­liyor ve düşünüyordu. Ne yapması gerektiğini soruyordu. Ben de üç tavsiyede bulundum. Durumumuz kritikti. O, anlattı, ben dinledim. Cemal Paşa, daveti üzerine onunla buluş­mak için Buhara’ya gelmiş, ama Ruslar Cemal Paşa’yı apar topar Moskova’ya postalamış­tılar. Ben ona, Ruslar Lehistan meselesini hallederlerse bütün güçleriyle buraya yönele­ceklerini, oysa bizim burada 4-5 binden fazla asker barındıracak ekonomik durumumuz olmadığını söyledim.[35]
Üçüncü akşam konuştuğumuzda Enver Paşa,
-“Zeki Bey, yoksa siz benim Türkistan’da çalışmamı istemiyor musunuz” dedi. Onun bu sorusu üzerine,
-“Maazallah, Türkistan’da sizin gibi binlerce fedaiye iş var. Bu memleketi ancak sizin gibi fedailer kurtarır” dedim.[36]
Buhara’dan bir iş nedeniyle gizlice ayrılmıştım. 10 gün sonra Enver Paşa bir adamını gönderdi ve şifahi olarak şunları söyledi:
-“Şarki Buhara’ya geçmeye karar verdim. Kazanırsak gazi, kazanmazsak şehit olaca­ğız. Burdanlık Türkmenleri artık bizi beklemesinler” diyordu.[37] Burdanlık Türkmenleri o­nu Afganistan’a davet eden ve kılına dokundurtmayacağız diyen Türkmenlerdi. Onun bu durumuna bigane kalamazdım. Bizim de Şarki Buhara Basmacılarına katılmamız gerekti. 20 Aralık 1921’de yanıma Naci ve Sabir Beyleri alarak yola çıktım. Semerkant yakınında, Barın köyünde Basmacılarla buluştuk. Reisleri Behram Bey yanıma geldi. Şehrisebz vila­yetinde bulunan Cabbar Korbaşı’nın yanına sabah hareket edecektik. Geceyi Barın’da ge­çirdim. Semerkant çevresinde Basmacılardan üç grup vardı. Biri Behram Bey’in. Diğeri A­çıl Bey’in. Öbürü Kette Korgan’ın.[38]
21 Aralık 1921’de Behram Bey ve 25 Basmacıyla yola çıktık. Semerkant’ın doğusundaki Tahtı Karaca dağları eteklerindeydik. Kara yağmaya başladı. Dağın Şehrisebz tarafına dü­şen geçide geldiğimizde karşımıza birden Ruslar çıktı. Onlar bizi tipiden görememiştiler. Kumandanları öndeydi. Durmadık, üzerlerine aldırdık. Kumandan Sabir’in kılıcıyla yara­landı ve uçurumdan düştü. Rus askerleri tüfeklerine davrandılar. Biz karşılık verdik. Bu­nun üzerine kaçıştılar. Kumandan ölmemiş, aşağıdaydı. Bizimkiler ona kurşun sıkmaya başladılar. Rus askerlerden iki üç kişi vurulmuştu. Bizde zayiat yoktu. Ben kumandanın boşta kalan atına bindim. O yorgun değildi. Ruslar atlarını ve yüklerini bırakıp kaçmıştılar. Fişekleri bol miktardaydı. Hepsini aldık. Karasu köyüne uğradık. Kumandanın heybesi ve kılıcı bana ganimet olarak kalmıştı. Heybeye baktım. Vesikalar ve raporlar vardı. Hepsini okudum. Bunlar önemliydi. Şair Naci, o gün bizden ayrılmaya karar vermiş. Yaşadığımız olaydan çok korkmuş olacak.
23 Aralık 1921’de Guzar Vilayeti Tal Kışlak köyünde Cabbar Korbaşı’yla görüştük. Bu­rada birkaç gün kalıp ayrıldık. Yolda Lakay İbrahim’in adamlarıyla karşılaştık. Onlarla ko­nuşmamız anında, bize kendisine Enver Paşa adını veren birinin Lakay İbrahim tarafından esir olarak tutulduğunu söylediler. Boş bulunup söylemişlerdi. Bizi tanısalardı, bu sözü söylemezlerdi.[39]
Planlarım tamamen suya düşmüştü. Ben buraya ne niyetlerle gelmiştim, aldığım ha­bere bak. Cabbar Korbaşı’nın yanında bulunacak, Harbiye Nazırı Abdülhamit Arifoğlu ara­cılığıyla tayinini yaptırdığım subaylarla temas kuracaktım. Enver Paşa, Şarki Buhara’dan Rusları kovmaya başlayınca, üç şehre yerleştirdiğimiz garnizonlarla harekete geçip Rus­ların önünü kesecek, böylece silahlarını ve mühimmatlarını alacaktık. Sonra Nurata ve Hi­ve tarafıyla temasa geçecektik. Paşa’nın yanında bulunan subaylarla Buhara’yı zapt edecektik. Şarki Buhara Cumhurbaşkanı Osman Kocaoğlu’ydu. Ondan da yardım alacak­tık. Dinamitlerle Amuderya-Zerefşan köprüsünü havaya uçuracaktık. Buhara Hükümeti bize iltihak edecekti. Her şeyi teferruatıyla düşünmüştüm. Ama, Paşa’nın esir edilmesi bütün bunları hayal haline getirdi.[40] O kadar üzülmüştüm ki, çok geçmeden hastalan­dım. Ateşim çıktı. Yakında, Akcar’da bir Baksı var dediler. Varıp haber verdiler. Baksı gelsin demiş. Vardık. 40 yaşlarındaydı. Kara sakallıydı. Çay sundu. İçtik. Arkadaşları vardı. Bir daire yaptılar. Dünger denen davulunu çalmaya başladı. Kelimelerin bazısını anladığı­mız, bazısını anlamadığımız bir şarkı söyledi. Diğerleri çevresinde dönüyordular. Baksı durdu. Bana baktı. “Senin bana inancın zayıf, ruhlar gelmiyor” dedi. Ona karşı düşüncele­rimi kafamdan sildim. Yine çalmaya, şarkı söylemeye başladılar. Biri vecde geldi. Ağzın­dan köpükler çıkmaya başladı ve kendini kaybetti. Onu yatırdılar. Birkaç kişi daha vecde geldi. Baksı da vecde geldi. Ateşe kürek koymuşlar, o da kızarmıştı. Yuvarlak kısmına bir sap takıp çıkardılar. Ağaç sap da tutuşup yanmaya başladı. Baksı ağzına su aldı, küreğe püskürttü. Kızgın su tanecikleri yüzüme geldi. Kendimi çektim. “Korkma, iyidir” dediler. Baksı kızarmış küreği dişlerinin arasına alıp, bir az daha yukarı kaldırdı. Bu şekilde bir az dolaştı. Küreği ateşe attı. Durumu nasıl dediler. Baksı, “İyi olacak” dedi ve kendine geldi. Ağzına kızgın küreği aldığı halde, ne dudağı, ne de bıyığı yanmıştı. Oysa sapın takılır takıl­maz tutuştuğunu görmüştük. Yüzüme sıçrayan su damlacıkları kaynardı, tenimi yakmıştı. Bu iş sahteye benzemiyordu. Bir gerçekle karşı karşıya kalmıştım. O andan itibaren kısa zamanda iyileştim.
Cabbar Korbaşı’nın yanında bir ay kadar kaldım. 28 Aralık 1921’de komitenin Guzar toplantısına Cabbar Korbaşı’nın bir adamını alıp katıldım. Gece orada Mustafa Kavuçin’in evinde kalmıştım. Enver Paşa’nın Hive tarafına, Han Cüneyt karargahına gönderdiği a­damları da gelmişti. Durumu öğrenince çok üzüldüler. Komitenin kararıyla esirlik duru­munu Afganistan elçisi aracılığıyla Kabil’e bildirdik. Paşa’nın kurtulması için bir şeyler yapılmasına söyledik. O arada Buhara başta olmak üzere, Kermine, Şehrisebz ve Karşi’­deki askerlerimize haber gönderip hepsinin 23 Mart 1922’de Basmacılar tarafına geçme­lerini bildirdik. Cabbar Korbaşı’nın yanına vardım. Birkaç kişiyle Karakul Bey’e gittik. Kış biter bitmez, beklediğimiz gün geldi. Emri uygulamaya başladılar. Harbiye Nazırı Abdül­hamit Basmacılara katıldı. Yolda Binbaşı Hüdayar malaryadan hastalanmış. Kasan’a te­davi için götürülüp orada iyi olması için bırakılmış. Bizimkiler onun intihar ettiğini haber almışlar. Meğer bu dedikoduymuş. Abdülhamit, emrindeki birliği alıp Enver Paşa’ya katıl­mak için gitti.[41]
e)                Olaylar:
Enver Paşa, Guzar toplantımızdan sonra, 1922 Ocak ayı başlarında, Afganistan Hü­kümeti’nin girişimiyle Lakaylar’ın elinden serbest bırakılmıştı. Bu haberi almıştım. Sonra Paşa’nın maiyet subaylarından Yüzbaşı Halil Bey yanıma gelmişti. Enver Paşa, Şarki Buhara işini kendisi yapacakmış. Ben Zerafşan havalisini kontrol altında bulunduracakmı­şım. Yüzbaşı Halil Bey, Paşa’nın yanından bunu bildirmek için yanıma gelmişti. Ben Se­merkant’a haber gönderip, atlarımı Kette Kurgan mıntıkasında bulunan Karakul Bey’e göndermelerini istemiştim.[42]Başkurdistan’dan, subaylarımdan Heybetullah Yanbuktin gelip bize katıldı. Herkes çarpışmaya hazırdı. Karakul Bey’in Saray mıntıkasındaki kararga­hına Ruslar baskın yapmışlar. Biz çok yakındık. Hızla vardık. Ruslarla çarpışıp onları püs­kürttük. Beyaz atım yaralandı. Bu hengamede Abdülkadir İnan ve arkadaşlarının Karakul Bey’e yardıma geldiklerini gördük. O, Başkurdistan’tan ayrıldığımızdan beri Kazakistan’­daymış. Cemiyetimizin propagandasını yapıyor, bize adam topluyormuş. Yanımda Süyün­dük, adamları ve yaverim İbrahim İshak vardı.[43]
Enver Paşa, iki üç adamını göndermiş, Kazakistan’ı kıyama katmak için bunların yanına adam verip o tarafa göndermemi istemişti. Abdülkadir Bey, Kazakistan’ın buna müsait olmadığını söyledi. Bunlar Paşa’dan emir gelene kadar yanımda kalmayı kabul ettiler. Zerafşan’da beş karargahım vardı. 1.’si Semerkant’ta Matrit mahallesinde. 2.’si şehrin kuzeyinde Cambay’da. 3.’sü Bidene’de. 4.’sü Yar Kurgan’da. 5.’si Kuytaş’taydı. Benimle irtibat kurmak isteyenler ya Açıl Bey’in, ya da Karakul Bey’in yanına varıyordular. Cizak ve Nurata arasında bulunan Özbek Türklerini teşkilatlandırmak için Tacik Türklerden Hemra­kul adında birini görevlendirdik. Böylece bir çetemiz daha oluştu. Semerkant tamamen cemiyetimize bağlı çetelerin hakimiyetindeydi. Enver Paşa, Baysun ve Tirmiz taraflarında da hakimiyet kurarsa Zerafşan’daki Rusları imha etmemiz zor olmazdı. Başkurdistan Har­biye Nazırı Evhadi Işmurzin de gelip bize katıldı. Abdülkadir Bey, ben bir yere gidersem Karakul Bey’in arkadaşı Tanatar Bey’in yanında kalıyordu. Cilek ve Yeni Kurgan mıntıka­larında Ruslarla çarpıştık. Ancak bir az geç kalmış gibiydik. Üç mesele başımızı ağrıtmış, bizi oyalamıştı:
Enver Paşa’nın bir buçuk aylık esareti sırasında Ruslar buraya yeni kıtalar göndermişti. Bu arada, Lakaylar’ı destekleyen Basmacılar bize karşı harekete geçmişti. Kasbi hoca­larından ve Sovyet ajanı Nurettin Agalık onların saf değiştirmesinde büyük rol oynamıştı. Başlarında Molla Mustuk’ın bulunduğu Basmacılar 8 Nisan 1922’de Heybetullah Süyün­dük ve arkadaşlarını pusuya düşürüp öldürdüler. 40 Harbiyeli öğrenciyle Basmacılara ka­tılmak için yola çıkan İbrahim İshak, Nurata mıntıkasına ilerlerken, Molla Kahhar adlı bir Basmacı reisinin adamları tarafından tuzağa düşürülmüşlerdi. Üç Başkurt askerimizi öl­dürmüş, diğerlerini esir etmişler. Sonra esir edilenleri de öldürecektiler. Lakaylılarla İşbir­liği yapanların bu durumu cehaletten ve milli şuurdan yoksunluktan kaynaklanıyordu. Adı geçen Basmacı Mollalar çok sinsiydi. Ziyafet için davet ediyordular. Yemeğe başlamadan önce, silahlarınızı şöyle bir tarafa koyun diyordular. Silahlar bırakılıp yemeğe oturulunca adamları piyasa çıkıp ateşe başlıyorlardı. Heybetullah Süyündük’le birlikte bu şekilde ölen subaylarımız şunlardı: Yüzbaşı İsmail Süyündük, Yüzbaşı Osman Süyündük, Yüzbaşı İlyas Açıyev, Yüzbaşı İzzettin Yenikev, Yüzbaşı İsmail Yenikev, Taşlıköy’den Selahattin Sakaoğ­lu, Osman Memliyev, Katip; İslamköy’den Yahyin; Bozdek’ten Binbaşı Yemliyev. Hepsi Başkurt Alayına mensup subaylardı. Başkurdistanlı subaylardan ancak İbrahim Süyündük, İslamgiray Açiyev, Eyüp Sakayev, Yüzbaşı Yambuktin, Ahmet Varis ve Evhadi Işmurzin sağ kalacaktılar. Üçüncüsü, Lehistan meselesi halledilmiş, savaşı Ruslar kazanmış, Türkistan’a doğru asker sevkiyatına başlamıştılar.
Molla Kahhar ve Molla Mustak’ın Kermine ve Karşi arasında gezindiklerini anlayınca üzerlerine vardık. Burada barınamayıp Nurata’ya çekildiler. Her iki olaydan kurtulan ve yanımıza gelen olmadığından ölüm haberlerini geç almıştık. Yanıma Abdülkadir İnan’ı, bazı arkadaşlarımı ve Sintaş’ta bulunan Hemrakul’un askerlerini aldım, 2 Mayıs 1922’de Nurata’ya, Basmacı Mollaların karargahına vardım. Molla Kahhar ve Molla Mustak ora­daydılar. Bizi görünce, “Bilmiyorduk, kusura bakmayın. Bir yanlış oldu. Bir daha yapma­yız” dediler. Oturduk, yemek yedik. Onlara ağır konuştum. “Milletimizin baş sebebi işte bu cehalet ve taassuptur. Öldürdüğünüz insanlar size silah kullanmasını, bomba kullan­masını öğretecek, demiryolların dinamit koyacak, aramızda muvasala yolları kuracaklar, teksir makineleri, el matbaası ve radyo işleteceklerdi. Şimdi sizin elinizden ne iş gelir” dedim. Başlarını utançtan önlerine eğdiler. Çevrede adamları vardı. Sağ bıraktıkları İslam­giray Açiyev ve Eyüp Sakayev’i teslim alıp, onların yanından ayrıldık. Uksum adlı yerde duvarlara Türkistan için mücadele ettiğimize dair yazılar yazdık. 9 Mayıs 1922’de Se­merkant’a döndük.[44] Evet, Basmacılardan iyisi de vardı, kötüsü de vardı. Kötüleri her türlü meziyetten yoksundu.
f)                  Çegan Tepesi Boş Değil:
Ahund Yusuf, Berküt Ağa, Osman Çavuş’u yanlarına iki Kazak kılavuz ve üç asker ve­rerek Sirderya taraflarına, cemiyetimize mensup Kazaklar içine gönderdik. Enver Paşa’nın bu mümessillerinin hareket etmelerinden önce Basmacı liderleri toplayıp konuşmak is­temiştik ama, Ahund Yusuf bunu kabul etmemişti. Sağ kalan Başkurt subayları yanıma geldiler. Açıl Bey’in yanında toplandık. Ekabir mahdum ve Mirza Abdülkadir’in mümessili yanımızdaydı. Polis müdürü Muhittin Mahdum’un işleri bozulmuştu. Bundan memnun değildiler. Rus askerleri içinde Başkurt kıtaları vardı. Bunlar Basmacılar tarafına geçip, Semerkant’ı zapt etmeyi akıllarına koymuştular. Ben zorluyordular. Zerafşan’daki hareket gelişme göstermezse Muhittin Mahmut’un Sovyetlere teslim bayrağını çekeceğini söylü­yordular. Rus birliklerindeki Başkurt askerlerin iki temsilcinin Semerkant’a gelerek, benimle konuşacaklarını haber verdiler. Ben yanıma Evhadi Işmurzin’i alarak, Kadı Hay­dar’ın bağına bitişik bir evde onlarla görüştüm. Bana, bizzat karşılarsam, 250 Başkurt askerle tarafımıza geçmeye hazır olduklarını bildirdiler. Ben onlara sakın Basmacılardan Molla Kahhar ve Molla Mustak’la karşılaşırlarsa, onlara güvenmemelerini, uzak durmala­rını, iki olayı anlatarak söyledim. Çünkü bu adamlar her an işe karışabilirlerdi. Bir az daha beklemeleri gerektiğini, haber vereceğimi belirttim. Ekabir Mahdum, bunların ve arka­daşlarının acilen Basmacılara katılmaları gerektiğinde ısrar ediyordu. Benim kararım kesindi. 15-20 gün bekleyecekler, Enver Paşa Guzar üzerine yürüdüğünde Başkurt asker­lere haber gönderecektim. Kadı Haydar’la arkadaşları Muhittin Mahdum’dan kuşkuluy­dular. Onun her an Sovyetler tarafına geçeceğini söylediler. Evhadi halen Muhittin Mah­dum’a kıymet veriyordu. Çok geçmeden onun Sovyetler tarafına geçmesiyle şaşırdı, böy­le olacağını ummuyordum dedi. Bizim birliklerimize komuta edenler şunlardı:
-                     Nayman Özbeklerinden Açıl Bey. Yanında yeğeni Devran Açıl vardı. Adamları çok­tu. Karakalpaklardan Açıl Toksaba ve Cilek’ten Kette Mahdum ve Küçük Mahdum her an birlikteydiler. Behram Bey’le ortak hareket ediyorlardı.
-                     Tacikleşen Moğol Barın oymağından Behram Bey. Açıl Bey’in 1500 askerini o do­yuruyor ve barındırıyordu. Kışlak’tan Hemrahkul adlı biri yardımcısıydı. O da Açıl Bey gibi namuslu ve kahramandı. Ayrıca Behram Bey’in yanında Abdülhalim, Kari Mehmet ve Azerbaycanlı Esat Beyler bulunmaktaydılar. Behram Bey’in Tacikler arasında da itibarı vardı.
-                     Kette Kurgan sancağında 500 kişiyle Karakul Bey. O Zerafşan’ın güneyindeki dağ­lık araziye hakimdi. Bunlar Karluktular. Buhara’ya gelenlerin çoğu ona katılıyordu. Cambay mıntıkasında Aktaş Bey, onun güvenilir adamıydı. Bu kişi Saray kabile­sinin temsilcisiydi. Yanında her an 100 silahlı adamı vardı.
-                     Taciklerden Hacı Abdülkadir Bey. Muallim Şekuri Bey’le Ürgüt’te çete kurmuşlar, bir gece Rus garnizonunu basarak, silahları ve cephaneyi alıp dağa çıkmıştılar. Pek sempatik değillerdi.
-                     Ayrıca, Açıl Bey’in çetelerine dahil bulunan Mamur Niyazi Bek ve Turap Bek adlı iki Basmacı çetesi daha vardı. Bunlar Cizak sancağındaydılar. Komünist Partisine girmiş, hatta polis müdürlüğü yapmış gençlerdi. Sonra Ruslardan kopmuştular. Mamur Bek, Kırsadak uruğundanmış. Turap Bek ise Özbek Eşrafındanmış. Bunla­rın bize bağlı 200 kadar askerleri vardı. Semerkant-Fergana arasındaki dağlık mın­tıkaya hakimdiler.
-                     Yine Koytaş adlı yeri merkez edinen Molla Hemrahkul’a bağlı çeteler bulunmak­taydı. Bunlardan biri, Taciklerden Molla Mehmet Yaşar, ikincisi Aktepe Özbekle­rinden Molla Karakul’du. Onun kaldığı yere Ergenekon diyordular.
-                     Zerafşan ırmağının Maça dağlarında Tacik Türklerinin reisi Esrar Han ve yardımcısı Hamit Bek vardı. Sengzar havzası Özbeklerinden Abdülmecit Bey’le bunlar Açıl Bey’e tabiydiler.
-                     Semerkant’la Fergana arasında Urantepe mıntıkasında bulunan dağlık arazi Hal­buta Bek adlı bir Basmacının elindeydi. 500 kadar silahlı adamı vardı. Yüz kabi­lesindendiler.
Ruslar Basmacıları hırsız ve haydut olarak görürken, Semerkant vilayetinde Basmacılar vatanperver, fedakar ve dünya ahvalini bilir insanlardı. 1922 yılı Haziranında Yar Korgan, Yana Korgan ve Çarşamba muhitlerinde Ruslarla çarpışmalar yaşandı. Bir ara Kala-i Ziya­ettin’de de savaş oldu. Bu savaşta ben maiyetimle mezarlıkta yer almıştık. Abdülkadir İnan, eşim Nefise’yi Yesi şehrine götürdü. Bir aralık Cambay adlı yerde Sovyetler görü­şelim demiş, Açıl Bey de oraya varmıştı. Rus kumandanının yanında Kadı İsa ve İşan Hoca adlı iki kişi vardı. Namaz vakti bunlar Açıl Bey ve adamlarına imamlık etmek istemişler, Açıl Bey ve adamları “böyle bir vakitte namazı da nereden çıkardınız” demiş, kimse nama­za iştirak etmemişti. Eğer Açıl Bey namaza iştirak etseydi muhakkak onu öldürecektiler. Ben de oradaydım. Açıl Bey bana, “var sen konuş” dedi. Komite benim konuşmamı tehli­keli buldu. Görüşmeyi Çilek ve Gümüşkent köyleri arasında yapmayı uygun gördüler. Mahdumlu Basmacılar çevrede gerekli tertibatı aldı. Rus subayı savaşı bırakıp antlaşmayı teklif etti. Bunu kabul etmedik.
Ahund Yusuf ve adamları Kazaklar tarafına geçememiştiler. Her taraf Rus birlikleri kaynıyordu. Dönmüştüler. Onlarla Afganistan’a geçmemiz,orada bu havaliden gelenlerle birleşmemiz gerektiğini konuştuk. Taşkent Kongresi’nde kararlar alacaktık. Temmuz ayı sonlarında Semerkant ve çevresindeki çeteleri Bağdan adlı yerde topladık ve Yaryaylak’a geçtik.[45] Enver Paşa, Pamir’de, bizi bekliyordu.4-5 Ağustos’u, Kurban Bayramı’nın birin­ci ve ikinci gününü Bidene’de, Kari Kamil’in ve akrabalarının yanında geçirdik.[46]
Ahund Yusuf ve arkadaşları Maça ve Karatekin yoluyla Enver Paşa’nın yanına gitmiş­lerdi.Döndüler. Kötü haberi verdiler. Enver Paşa vardıklarında Ruslar tarafından öldürül­müştü.[47] Ahund Yusuf’un kendisi Şiiydi. Şungan Tacikleri arasında yaşıyordu. Şarki Buha­ra Kazakları temsilcisi Bürküt Eşikağabaşı, bana Ahund Yusuf’a güvenmememi, ona her şeyi söylememin doğru olmadığını belirtmiş, beni ikaz etmişti. Kuşkularında haklıymış. Bizden Enver Paşa’ya başka türlü haber götürüp, onunla bizim aramızı bozmak istemiş. Güya biz Sovyetler’le ittifak çabasındaymışız. Bunu, Ağustos’un ikinci haftası başlarında Ahund Yusuf ve Bürküt Eşikağabaşı’yla bana gönderilen mektubu okuyunca gördüm, canım sıkılmıştı. Onun bundan ne çıkarı olabilirdi ki. İkinci mektup arkadaşım Mustafa Şahkuli’deydi. Onu da okudum. Sıkıntım arttı. Marifetin Ahund Yusuf’tan kaynaklandığını anlamıştım. Şimdi Enver Paşa’nın başına gelenleri görünce kanaatim pekişti. Oysa Bürküt Eşikağabaşı bizi bir ay öncesinden ikaz etmişti. Demek ki onun bir şeyler çevirdiğini sezinlemiş.[48]
g)                Türk Dünyasının Sesi:
Atsız, Askeri Tıbbıye’nin 3. Sınıf öğrencisidir. Arap asıllı Teğmen Mesut Süreyya, onun­la yolda karşılaştığını ama, selam vermediğini söyleyerek Atsız’ı okul yönetimine şikayet­te bulunur. Atsız, bu teğmenle daha önce de birkaç tartışma yapmıştır. Olayın içinde başka bir şey vardır ama, belirtilmez. Atsız Askeri okuldan atılmıştır. O, bu nedenle üzül­müştür. Atsız’ın doktorluğa karşı sevgisi ve ilgisi yoktur ama, onda Askeri Tıbbiyeli olma­nın bambaşka bir anlamı ve duygusu vardır. Askeri Tıbbıye’den ayrılışını hiçbir zaman u­nutmaz.
Kabataş Lisesi’nde üç ay vekil öğretmenliği yapar. Sonra Deniz Yolları’na katip olarak girer. 1926 yılında Türk Ocağı’nda Kızılelma adlı bir odanın açılmasını gerçekleştirir. O burada gençlere Türkçülüğü öğretmektedir. Atsız, “Türkiyat Mecmuası”nda “Anadolu‟­da Türklere Ait Yer İsimleri” adlı bir makale neşreder. Bu makale Fuat Köprülü’nün dik­katini çeker. Atsız’ı evine davet eder, ona Edebiyat Fakültesi’ne girip okumasını tavsiye e­der. Atsız, Türk Dili ve Edebiyat Bölümü’nü başarıyla bitirir. Fuat Köprülü, ona asistanlık teklif eder. Atsız bunu kabul eder. 25 Ocak 1931’de hocanın asistanı olur. Bu arada o, Türkçülük ve Köycülük sloganıyla hareket eden “Atsız Mecmua”yı neşretmeye başlar. Dergide Fuat Köprülü, Zeki Velidi Togan, Abdülkadir İnan, Pertev Naili Boratav ve Saba­hattin Ali makaleler yazarlar. Son iki yazar dergide yazdıkları yazılarla birbirlerine girerler. Her ikisi de Atsız’ın okul arkadaşıdır.[49]
Ahmet Zeki Velidi Bey, 20 Mayıs 1925 tarihinde Türkiye'ye gelmiş, Maarif Vekâleti’ne bağlı Telif ve Tercüme Encümeni'ne tayin edilmiş,[50] Hüseyin Nihal Atsız’la tanışmış, düşünce, tavır ve hareketlerinde görmüş olduğu milli cevher nedeniyle onunla ilgilenmeye başlamıştır. Hele ki Atsız Mecmua’nın neşri bu yakınlığın daha da pekişmesinde rol oynar. Atsız, Sultan Galiyev’i Zeki Velidi Togan’dan öğrenir.
Köycülük düşüncesi Türk fikir hayatına II. Meşrutiyet’le girmiştir. Türk Yurdu der­gisinde Yusuf Akçura bununla ilgili yazılar neşretmiştir. I. Dünya Savaşı sırasında 15 kadar Tıp doktoru “Köycüler Cemiyeti”ni kurmuştur. Buna rağmen Köycülük fikri ve köylüye ilgi 1930’lu yılların başında başlamıştır. Zamanla Köycülük fikri Türk Milliyetçiği Hareketi’nin temel fikirlerinden birini oluşturacaktır. Atsız da bu fikrini başlatanlardan biridir. Ancak, 1932 yılında Ankara’da I. Tarih Kongresi toplanır. Kongrede, “Hititlerin, Türkler’in ataları ve Anadolu’nun da eski bir Türk yurdu olduğu”na dair bir tez ileri sürülür. Bu teze Zeki Velidi Togan şiddetle muhalefet eder. O yıl Eylül ayında Milli Eğitim Bakanı olacak olan Reşit Galip, Zeki Velidi Togan’ın ilmi birikiminin olmadığını, dayanak noktasının da bulun­madığını öne sürer.[51] Oysa Zeki Velidi Togan, daha 1912 yılında, Rusya’da yayınlamış ol­duğu “Türk ve Tatar Tarihi” adlı eseriyle, başta Yusuf Akçura, İsmail Gaspıralı, Nikolay Katanov, Nikolay İvanoviç Aşmarin ve bilhassa Wilhelm Barthold gibi dünya çapında adından söz ettiren Türkologların ve Şarkiyat Tarihçilerinin takdirini kazanmış, övgülerini hak etmiş Türk Tarihi üzerinde sayılı otoritelerden biridir.[52]
Peki. şu rüyaya ne demeli:
Bu inanılmaz olay, yıllar önce Mustafa Kemal'in görmüş olduğu kehanet özelliği taşıyan bir “haberci rüya”nın ayniyle gerçekleşmesidir. Atatürk görmüş olduğu bu rüyayı Dr. Reşit Galip beye anlatır: “Rüyamda bana 'Paşam, İnönü'den ne haber?' diye sordunuz. Ben de: 'Vaziyet kritiktir' cevabını verdim. Kritik nedir? Anlamadım ki dediniz. Bunun cevabını 15 dakikaya kadar size veririm diyerek odama çekil­dim.”
Mustafa Kemal bu rüyasını Dr. Reşit Galip Bey'e anlattığı zaman düşman henüz saldırılarına başlamadığı gibi, İnönü Mevkii de önem kazanmamıştı. Aradan çok u­zun zaman geçti. Düşman ile yapılan ilk savaş olan Birinci İnönü Savaşı kazanıl­mıştı. Bunu İkinci İnönü Savaşı izledi...
Henüz bu ikinci savaşın neticesinin alınmadığı tehlikeli günlerden biriydi... Musta­fa Kemal'in arabası Millet Meclisi'nin önünde durduğunda; O'nun yanına telaş ve endişe içinde koşan Dr. Reşit Galip bey sorar:
“Paşam, İnönü'den ne haber?”
“Vaziyet kritiktir.”
“Kritik nedir? Anlamadım ki”
Mustafa Kemal: “Sana bunun cevabım 15 dakikaya kadar veririm” dedikten son­ra, gülümser... “Hani Ankara'ya geldikten sonra ben bir rüya görmüştüm. Hatırla­dınız mı?”
Dr. Reşit Galip bey biraz düşündükten sonra rüyayı anlatır. Bunun üzerine Musta­fa Kemal tekrar gülümseyerek: “İşte, rüya aynen gerçekleşmektedir... Ben İsmet'i tanırım. Göreceksin 15 dakikaya kadar varmadan muzafferiyet haberini alaca­ğız!..”
Mustafa Kemal Millet Meclisi'ndeki odasına çekilir. Gerçekten de 15 dakika geç­meden. Garp Cephesi Komutanı İsmet imzalı bir telgraf gelmiş ve İkinci İnönü Sa­vaşı'nın zaferle sonuçlandığı öğrenilmiştir...”[53]
Yorumu okuyucularıma bırakıyorum. Ellerini vicdanlarına koysunlar ve düşünsünler. Yoksa sayfalar dolusu yazarım. Ancak bir iki cümle de söz söylemek hakkım vardır her­halde. Peki, bu uydurma rüyanın yobazlıktan, bağnazlıktan, hurafeden ve Molla zihniye­tinden başka ne anlamı olabilir? Hani, Modern bir Türkiye kurmak için yola çıkmıştık? Bırak hükümdarları, Hazreti Muhammet bile, hangi savaşı rüyayla idare etmiş, hangi za­feri rüyayla kazanmıştır? İnsaf doğrusu! Bu ancak Osmanlının gerileme döneminde görül­müş ve istihareye yatan saray hocaları tarafından padişaha söylenmiştir. Hani Osmanlı şöyleydi, böyleydi! Senin ondan ne farkın var?
Pertev Naili Boratav ve Bedriye Hanımefendi, yedi arkadaşlarıyla birlikte Reşit Galip’e “Zeki Velidi Togan’ın öğrencisi olmakla iftihar ederiz” ifadeli bir protesto telgrafı çekerler. Reşit Galip, 19 Eylül 1932’de Milli Eğitim Bakanı olur. Atsız, “Atsız Mecmua”da “Darül­fünun’un Kara, Daha Doğru bir Tabirle Yüz Kızartıcı Listesi” adlı bir yazı neşreder. Ma­kalenin sonuna ise, “Yolların Sonu” adlı şiirini koyar. Bu şiirle o Öğretim görevliliğine adeta veda etmektedir: “Bugün yollanıyorken bir gurbete yeniden, Belki bir kişi bile gel­meyecektir bize…” 13 Mart 1933’te de Atsız’ın asistanlığına son verilir.[54]
Reşit Galip, bildiğimiz gibi Kel Ali'nin ve Kılıç Ali'nin İstiklal Mahkemeleri üyesidir. Deli Halit Paşa'yı öldüren çeteye dahildir. Türk insanlarının sırtına basa basa yükselmiş, Maarif vekili, yani Milli Eğitim Bakanı olmuştur. Cumhuriyetçilerin en büyük  yalaka ve yaltakçılarından da biridir.


[1] Saime Selenga Gökgöz, Sultan Galiyev ve 1917-1923 Milliyetler Siyaseti,Modern Türklük Araştırmaları Dergisi, Cilt 1, Sayı 1, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Çağdaş Türk Lehçeleri ve Edebiyatları Bölümü, Kasım 2004, Ankara, s. 65
[2] Dr. İkram Çınar, Avrasya’nın Geleceği. Sultan Galiyev’i Anlamak. Eğitişim Dergisi, Üç Aylık, Sayı 6, Mayıs 2004, Kars, s. 19
[3] Hasan Basri Gürses, Sosyalist Turan ve Doğu Birliği, Doğu Kitabevi, Sosyalist Yayınlar, Kasım 2010, İstanbul, s. ?
[4] Prof. Dr. Saadettin Gömeç, Türk Büyükleri XLVIII, s. 1
[5] Saadettin Gömeç,a.g.m, s. 1-2
[6] Saadettin Gömeç,a.g.m, s. 2
[7] Saadettin Gömeç,a.g.m, s. 2
[8] Saadettin Gömeç,a.g.m, s. 2
[9] Saadettin Gömeç,a.g.m, s. 2
[10] Saadettin Gömeç,a.g.m, s. 2
[11] Saadettin Gömeç,a.g.m, s. 2
[12] Saadettin Gömeç,a.g.m, s. 2
[13] Durdu Mehmet Burak,Enver Paşa’nın Haşatı ve İngiliz Belgelerindeki Düğün Raporu, Kastamonu Eğitim Dergisi, Cilt:13 No:2005/1, Mart 2005, Kastamonu,s. 164
[14] Durdu Mehmet Burak,a.g.m., s. 164-169
[15] Durdu Mehmet Burak,a.g.m, s. 170
[16] Durdu Mehmet Burak,a.g.m, s. 170
[18] Prof. Zeki Velidi Togan, Hatarılar (Türkistan ve Diğer Müslüman Doğu Türklerinin Milli Varlığı ve Kültür Mücadeleleri, Hikmet Gazetecilik Ltd. Şti., İstanbul 1969, s. 324-325
[19] Zeki Velidi Togan, a.g.e., s. 327-328
[20] Zeki Velidi Togan, a.g.e., s. 329
[21] Zeki Velidi Togan, a.g.e., s. 333
[22] Zeki Velidi Togan, a.g.e., s. 335-336
[23] Zeki Velidi Togan, a.g.e., s. 336
[24] Zeki Velidi Togan, a.g.e., s. 333-325
[25] Zeki Velidi Togan, a.g.e., s. 345
[26] Zeki Velidi Togan, a.g.e., s. 346-357
[27] Zeki Velidi Togan, a.g.e., s. 358-362
[28] Zeki Velidi Togan, a.g.e., s. 365
[29] Zeki Velidi Togan, a.g.e., s. 363-364
[30] Zeki Velidi Togan, a.g.e., s. 365-366
[31] Zeki Velidi Togan, a.g.e., s. 366-367
[32] Zeki Velidi Togan, a.g.e., s. 368-369
[33] Zeki Velidi Togan, a.g.e., s. 384
[34] Zeki Velidi Togan, a.g.e., s. 385
[35] Zeki Velidi Togan, a.g.e., s. 386-387
[36] Zeki Velidi Togan, a.g.e., s. 391
[37] Zeki Velidi Togan, a.g.e., s. 395
[38] Zeki Velidi Togan, a.g.e., s. 396-397
[39] Zeki Velidi Togan, a.g.e., s. 397-399
[40] Zeki Velidi Togan, a.g.e., s. 399-400
[41] Zeki Velidi Togan, a.g.e., s. 402
[42] Zeki Velidi Togan, a.g.e., s. 402-403
[43] Zeki Velidi Togan, a.g.e., s. 403-404
[44] Zeki Velidi Togan, a.g.e., s. 404-407
[45] Zeki Velidi Togan, a.g.e., s. 410-416
[46] Zeki Velidi Togan, a.g.e., s. 425
[47] Zeki Velidi Togan, a.g.e., s. 426
[48] Zeki Velidi Togan, a.g.e., s. 426
[49] Ferit Sami Sanlı, Türkçülük Akımında Din Olgusu Üzerine Aykırı bir Yaklaşım: Hüseyin Nihal Atsız ve Fikirleri, T.C. Ankara Üniversitesi Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Yüksek Lisans Tezi, Ankara 2010, s. 11-13
[50] Zeki Velidi Togan - Vikipedi
[51] Ferit Sami Sanlı, a.g.t., s. 13-14
[52] Çağdaş Görücü, Zeki Velidi Togan. Milliyetçilik ve Tarih Yazımı, T.C. Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Kamu Yönetimi ve siyaset Bilimi Anabilim Dalı Yüksek Lisans Tezi, Ankara 2009, s. 63
[53] Masaldan Masallar – Atatürk’ün Gizemi. Google.com
[54] Ferit Sami Sanlı, a.g.e., s. 15-16

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder